#10 Kosta Rika Günlükleri: Kendini Sevmek Üzerine
- Urala

- 7 Tem
- 6 dakikada okunur
Kosta Rika'ya ayak bastığımda burada geçireceğim bir ay için oldukça heyecanlıydım. Nikaragua'daki zamanımın büyük bir kısmını kumsalda, okyanus ile iç içe geçirmiştim. Burada ise olabildiğince ormanın derinliklerinde, kuşları ve yabani hayatı gözlemleyerek, yeşile doyacağım bir ay planlamıştım. Doğayla iç içe olmak denilince Kosta Rika çıtayı bambaşka bir boyuta taşıyor. Bu minicik yarımada ülke, tüm dünyanın yabani hayat ve bitki çeşitliliğinin yüzde beşine ev sahipliği yapıyor. Dolayısıyla herhangi bir yürüyüşünüzde rengarenk kuşlar, floresan parlaktıkta kurbağalar, tepeden salınarak geçen maymunlar ve yanınızda pıtır pıtır yürüyen görkemli kertenkeleler görmek gündelik anlara dönüşüyor. Ancak bu manzaraların sıradanlaşması, beni her seferinde büyülemelerine engel olmadı. Kendimi bir National Geographic belgeselinin içinde hissediyordum. Tek fark, bu büyüleyici yaşamı bir ekranda değil, kendi gözlerimle izliyordum. Böylece hayata ekrandan bakmak ile birebir içinde yaşayarak deneyimlemenin arasındaki muazzam farkı öğrendim.
Geçtiğimiz altı ay içerisinde ekran bağımlılığım yavaşça hayatımdan çıkıverdi. Bunun için kendime bir kural koymamış ya da zorla "ekran süremi azaltacağım" gibi bir hedef belirlememiştim. Sadece artık ekrana bakmaya zamanım kalmıyordu. Her akşam yatmadan ve sabah uyandıktan sonra kısa da olsa meditasyon yapmayı alışkanlık edinmiştim ve bundan oldukça keyif alıyordum. Böylece akşamları artık ekran önünde uyuyakalmıyordum çünkü meditasyon rutinim vardı. Seyahate başlamamla birlikte günlerim keşifle, ormanda, okyanusta, kumsalda veya şehirde bir kafede yazmakla geçiyordu. Akşamları ise kitap okuyarak geçirmeyi ve erken uyumayı sevmeye başlamıştım - çünkü ertesi gün güneşin doğuşunu izlemeyi seviyordum. Bu süreçte tüm benliğimle anda kalmaktan ne kadar keyif aldığımı keşfettim. Bir kafede otururken elim otomatik olarak telefona gitse de, aslında camdan sokağı, oradan geçen insanları, ve hayatın akışını izlemekten daha çok keyif aldığımı fark ettim. Birebir anda kalmak, hayatı olduğu gibi deneyimlemek beni daha sakin, mutlu ve huzurlu bir insana dönüştürüyordu. Doğal olarak beni mutlu eden şeyleri daha çok yapmaya başladım. Bir şeyler izlemek ise bu listenin çok altlarında kaldığı için gittikçe hayatımda kapladığı zaman azaldı.

Aslında kafeden sokağı izlemek, güneşin doğuşunu seyretmek, kahvemi tadına vararak yudumlamak, yoga ve meditasyon yapmak, kitap okumak her zaman keyif aldığım şeylerdi. Uzun süredir bu tür bir hayat tarzını edinmeye çalışmış, hafta sonlarını daha bilinçli geçirme, ekran kullanımını kısıtlama hedefleri koymuş, ancak her seferinde başarısız olmuştum. Belki bir-iki hafta sonumu böyle geçirsem ve çok keyif alsam da, kısa süre içinde kendimi yine koltuğumun köşesinde ekran karşısında dizilere kaptırmış buluyordum. Peki o zamanla şimdi arasındaki fark neydi? Neden kendime iyi gelen, keyif aldığım şeyleri sürdürmekte o zaman bu kadar zorlanmıştım da şimdi bu kadar kolay, akışta ve çabasız yapabiliyordum?
Dürüst olmam gerekirse cevabını tam olarak bilmiyorum, bunun tek bir doğru yanıtı var mıdır onu da bilmiyorum, ancak sizinle bazı varsayımlarımı paylaşabilirim. Bunlardan ilki ve bence en önemlisi kendimi ne kadar sevdiğim. Eskiden kendimi pek sevmiyormuşum. Olduğum halimle kendime baktığımda hep yanlış olan, beceremediğim, eksik olduğum şeyleri görüyormuşum. Zihnim sürekli olarak bu eksikliklerimi bana bağırıyordu. Ya fazla kilolarım vardı, yeterince güzel değildim, yeterince başarılı veya yetenekli değildim, işimde beceremediğim birçok şey vardı, kendime yeterince güvenmiyordum. Sevdiğim bir şeyi yapmaya kalktığımda yine ne kadar eksik olduğumu görüyordum; yemek yapsam yeterince lezzetli değil, resim yapsam yeterince güzel değildi. Ne yapsam zihnim hep eksiklikleri görmeye koşullanmıştı. Bilinçaltımdaki temel varsayım ise öz değerimin hayatta bu yaptığım şeylerde ne kadar iyi olduğumla eş değer olduğuydu. Hal böyle olunca hayatta ne yaparsam yapayım hep eksik olduğumu görüyor, bunu gördükçe de kendimden utanıyor, kendimi sevmiyor veya değersiz hissediyordum.
Bunları düşünmek ve hissetmek son derece tatsızdı. Ne sürekli eksikliklerimi görmek istiyordum ne de bana yeterince iyi olmadığımı söyleyen bir zihinle baş başa kalmak. İstediğim tam tersi bu ikisinden kaçmaktı. Dolayısıyla sabah sakinliğinde kahve içmekten keyif alsam da, bu keyfim beş dakika sonra neleri daha iyi yapmam gerektiğini söyleyen zihnimin dırdır etmesiyle bölünüyordu. Bu nedenle sakinlik, sessizlik ve kendimle kaldığım anlardan kaçar olmuştum. Bu eksik, yarım gördüğüm benliğimi ne kadar unutursam, zihnimin konuşmasına ne kadar az fırsat verir veya sesini duyamayacağım şeyler yaparsam o kadar az rahatsız hissediyordum. Üzücü bir şekilde bu "daha az rahatsız" hissini "mutluluk" veya "keyif" zannetmeye başlamıştım. Dolayısıyla çok yoğun çalışmanın, saatlerce dizi izlemenin, hafta sonları arkadaşlarla içip sarhoş olmanın mutluluk olduğuna inanmıştım.
Peki ne olmuştu da birden kendimi sevmeye başlamıştım? "Kendini sev" her yerde gördüğümüz, kişisel gelişim kitaplarında veya spiritüel rehberlerden defalarca duyduğumuz bir cümle haline gelmişti. İyi de bir insan nasıl sever kendini? Zorla bir şeyi sevebilir misin? Ispanak sevmiyorsan mesela, biri sana ıspanağı sev dedi diye sevebilir misin? Senin için çok iyi olduğunu bilsen bile, tüm problemlerini çözeceğini, hayatını kökten dönüştüreceğini bilsen bile kerevizi sevmiyorsan, zorla sevdirebilir misin kendine? Seviyormuş gibi yapabilirsin, zorla yiyebilirsin. Ama gerçekten sevebilir misin? Belki bir gün sevebilirsin. Bazı yiyecekleri küçükken nefret etmemize rağmen, bir gün gelip çok sevdiğimiz oluyor. Ama neden bir anda sevmeye başlıyoruz, kim bilir? Ancak işin aslı şu ki "işte bugün patlıcanı sevmeye başlıyorum" diyerek olmuyor.
Ben de Roko ile tanıştığımda "işte bugün kendimi sevmeye başlıyorum" dememiştim. Bunu dediğim çok günler olmuştu. Ancak ben kendimi seviyormuş gibi yapmayı bırakıp, gerçekten kendimi sevmeye Roko ile tanıştığım o gün başlamıştım. Daha doğrusu kendime, tüm hayata ve varoluşa olan derin bir sevgiyi içimde o gün keşfetmiştim. Peki ne olmuştu o gün? O gün aslında çok önemli bir şey olmuştu. Roko bana kim olmadığımı ve dolayısıyla kim olduğumu hatırlatmıştı. Ben sadece Didem isimli bu kadından, kariyerimden, yaptıklarımdan veya yapamadıklarımdan ibaret bir insan değildim. Ben yaşamdım. Ben aynı bir yıldız gibi parıl parıl parlayan bir ışıktım. Ben evrenin tam kendisiydim. Ben bardağın dolu veya boş kısmı ile tanımlanamazdım. Ben ne bardak ne de bardağın içindeki su ile kısıtlanamazdım. Ben okyanustum. Ben bulutlardan ibaret değildim, ben gökyüzüydüm. Ben sevgiydim. Ve aynı çiçek açan bir ağaç gibi, yıldızlar gibi, gökyüzü gibi, batan güneş gibi, ne kadar da güzeldim. O gün benim için değişen şey kim olduğumu bütünüyle görmek oldu. Bunca zamandır sanki devasa bir sanat eserinin sadece minicik bir kısmına bakıp, "bu renk güzel değil" dercesine, o minik kısımdan ibaret olduğuma inanarak, yeterince güzel olmadığıma inanmışım.
Halbuki geriye birkaç adım atarak, bu devasa sanat eserinin bütününe bakınca işte o zaman ne kadar güzel, ne kadar muhteşem, ne kadar hayranlık uyandırıcı bir sanat eseri olduğumu farkettim. Bütünü görünce, o resmin köşesindeki minicik kısımdaki siyah veya karanlık dediğim, sevmediğim renkleri de bu sefer sevmeye başladım. Çünkü onların da bütünde bir yeri vardı. Bütünü tamamlaması için, bütünün o kadar güzel olabilmesi için olması gereken yerlerdi ve onlar da çok güzeldi. Sadece güzel olduklarını görebilmem için bütünün içinde görmem gerekiyormuş. Daha da güzeli, bu muhteşem sanat eseri yaşayan, değişen, dönüşen ve an be an bambaşka ama her seferinde büyüleyici güzellikte bir varoluştu. Ben hem büyüleyici bir sanat eseri hem de aynı zamanda bu sanat eserini yaratan bir sanatçıydım. Ben hem yaratım, hem de yaradanın kendisiydim. Kendini böyle görünce sevmemek mümkün mü? Tek mesele bu doğruyu, bu özümüzü unutmamak, her unuttuğumuzda kendimize hatırlatmak.
Böylece bana sürekli eksik olduğumu, yeterince iyi, güzel veya başarılı olmadığımı bağıran zihnim sustu demek isterdim. Ancak öyle olmadı. Susmadı. Çünkü insan zihninin yapısı bu: bazen aynı bir papağan gibi geçmişte ona söylenen, ezberletilen şeyleri durmadan tekrarlamak. Ancak bu papağana yeni şeyler öğretmek ve yeniden eğitmek mümkün. Sadece aynı spor gibi düzenli pratik, emek ve biraz zaman isteyen bir süreç. Düzenli ve günlük meditasyon rutininin önemi tam da burada devreye giriyor. Roko ile olan seansımızdan sonra her gün sabah ve akşam meditasyona oturarak kendime durmadan tekrarladım: "Ben mutluluğum, ben sevgiyim, ben ışığım." Bu pratik bana her gün kim olduğumu ve kim olmadığımı hatırlattı. Zihnime ise daha güzel şeyler söylemeyi öğretti.
Bununla birlikte ara ara zihnim korkularla, şüphelerle, eleştirilerle bağırmaya devam etti. Ancak ben artık doğrunun farkındaydım: Ben zihnim değildim. Zihnimin her dediği ise doğru değildi. Her dediğini ciddiye almama gerek yoktu. Böyle zamanlarda zihnimi olduğu gibi gördüm; papağan yine geçmişte bir yerlerde duyduğunu tekrarlıyordu. Bu günleri de kendime ve zihnime olabildiğince sevgi ve şefkatle yaklaşarak geçirdim. Bazen onu nazikçe başka şeylere odaklamaya çalıştım. Bu kimi zaman işe yaradı, kimi zaman ise yaramadı. Yaramadığında onunla kavga etmedim, susturmaya çalışmadım, konuşmasına izin verdim. Ancak dediklerine tutunmadım da. Bıraktım, aynı nehir gibi dedikleri aksın gitsin. Elbet zaman gelecek ve bu sular da geçip gidecekti. Öyle de oldu, her seferinde düşünceler de sular gibi, bulutlar gibi aktı geçti, yerine yenileri geldi.
Nerede kalmıştık? Hadi şimdi bu yazdıklarımı konunun başına bağlayalım. Ekran, alkol, yemek gibi bütün bağımlılıklarımı kendimi sevmeye odaklanarak ve zihnimi düzenli olarak eğiterek bıraktım. Kendime olan sevgime her gün geri dönerek, kendime kim olduğumu hatırlatarak, zihnime meditasyon ile her gün bu sevgiye odaklanmasını sağlayarak anda kalabilmeyi öğrendim. Böylece yavaş yaşamaktan, kendimle sessiz ve sakinlikte kalmaktan büyük keyif almaya başladım. Çünkü artık zihnim eskisi gibi bağırmıyor, bağırsa da ben artık zihnimin bağırmasından korkmuyordum. Ben zihnimden çok daha yüce, çok daha kudretli, çok daha güçlüydüm. Ben zihnimin kölesi değil, efendisiydim. Bu dinamiği böyle tuttukça, içime, gönlüme, hayatıma kelimelerle anlatamayacağım bir huzur ve ferahlık akmaya başladı.

İşte Kosta Rika'ya geldiğimde böyle bir huzur, mutluluk ve neşe ile çoğu zaman tamamen anda kalarak yaşıyordum hayatımı. Artık kendimden kaçmak, kendimi unutmak gibi bir isteğim yoktu. Tam tersi kendimle kalmaya bayılıyordum. Hayatı yaşama biçimim çok değişmişti. Artık akşamları biraz kitap okuyup saat sekiz buçuk gibi uyuyor, her sabah dörtte uyanarak güne meditasyonla, güneşin doğuşunu izleyerek, yoga yaparak başlıyordum. Gün içerisinde ekrana sadece yazmak için bakıyor, geri kalan zamanımı doğada geçiriyordum. Alkol, kahve, çok yemek gibi vücuduma ve zihnime ağırlık yapan şeyleri neredeyse hiç tüketmiyordum. Böyle olunca vücudum, zihnim ve algılarım çok hassaslaşmıştı. Artık hayatın akışı içerisinde, daha önce hiç görmediğim küçücük detayları görüyor, hiç duymadığım sesleri duyabiliyordum. Sanki hayat ben ona daha dikkatli, meraklı, sevgi dolu gözlerle baktıkça, sihrini bana daha çok gösteriyor, cansız diye düşündüğüm şeyler dahi hayat buluyordu. Her şey gözüme büyülü görünmeye başlamıştı. Böylece evrenin benimle nasıl da büyülü işaretlerle konuştuğunu ve adeta yol gösterdiğini öğrenmek üzereydim…















Tam da bu Didemcim. Olağan üstü ilahi bir yaratımda kendimizi sevmek .💓 Hayatın sonsuzluğunda, içinde bulunduğun yerler de büyülü mesajların akması, konuşması dileğimle…