#8 Nikaragua Günlükleri: Vücudumla Yeniden Bağ Kurma
- Urala
- 16 Haz
- 12 dakikada okunur

Sedona’daki bir ayımın sonuna yaklaşıyordum. Andrew ile ilişkimiz bu ay boyunca çok güzel ilerlemiş, birlikte vakit geçirmek için can atar hale gelmiştik. Bu nedenle Sedona’dan sonra bir ayımı Los Angeles’da Andrew ile geçirmeye karar verdim. Ancak sonrasında nereye gideceğime dair hiçbir fikrim yoktu. Yola çıkarken seyahat rotam ve nerede ne kadar kalacağım ile ilgili kontrolcü davranmamaya, Agni’nin dediği gibi kalbimi dinleyerek, kalbimin götürdüğü yere gitmeye karar vermiştim. Dolayısıyla uzun bir seyahat planı hiçbir zaman yapmadım. Ancak biliyordum ki rotamın bir sonraki durağı bana kendini akışın içerisinde bir işaret vererek gösterecekti. Mevlana’nın ‘sen yola çık, yol sana görünür’ sözünü ilke edinmiştim.
Ve öyle de oldu. Greg yogayı severek yaptığımı biliyordu, ona kendimi daha da geliştirmek istediğimden bahsetmiştim. Seanslarımızın sonuna gelirken bana iyi bir yoga programı olan bir yerden bahsetti. Ertesi gün bahsettiği yerin websitesine baktığımda Nikaragua’da bir yer olduğunu gördüm. Bu tatlı yer okyanus kenarında bir eko yerleşkeydi. Her gün üç öğün yerel sebze ve meyvelerle hazırlanan taze sağlıklı yemekler çıkıyor, günlük yoga derslerine katılabiliyordunuz. Nikaragua bu zamana kadar hiç aklımda yoktu ancak bu yeri gördüğümde kalbimin heyecanla attığını hissettim. Tam bu sırada websitelerinde dolaşırken yirmi bir günlük bir yoga eğitmen eğitiminin yaklaştığını gördüm. Bir süredir aklımda kendi pratiğimi geliştirmek için yoga eğitmen eğitimi almak vardı. Yakında burada gerçekleşecek bir eğitimin olduğunu görünce bunun bir işaret olduğunu anladım. Kafamda bir soru işareti kalmamıştı, bir sonraki durağım burasıydı. Hemen biletlerimi ve rezervasyonumu ayarladım. Los Angeles’tan sonraki üç ayımı burada geçirecektim. Bu süre bana yoga eğitiminden önce her gün düzenli yoga pratiği yaparak vücudumu eğitime hazırlamak için yeterli zamanı verecek, eğitimden sonra ise Nikaragua’nın diğer yerlerini gezmek için fırsat tanıyacaktı.

Böylece Los Angeles’da Andrew ile rüya gibi bir ay geçirdikten sonra kendimi Nikaragua yollarında buldum. Geçtiğimiz bu ay süresince hem Andrew hem de ziyaret ettiğim arkadaşlarımla bol bol yiyip içmiştik. Uçağa bindiğimde göbeğimin pantolonumu sıkıştırdığını hissediyordum. Modern kapitalist toplumda yetişen her kadın gibi ben de negatif vücut algım ile sürekli bir mücadele içerisindeydim. Daha da kötüsü modern kapitalist toplumda feminist değerler ile yetişen bir kadındım. Dolayısıyla hem kilo aldığım için vücudumu yargılayarak kötü hissediyor, bir de üzerine ‘sen nasıl kilo aldığın için kötü hissedersin, nasıl bu ataerkil kapitalist düzene yenik düşersin tüh sana yazıklar olsun’ diyerek neden vücudumla barışık değilim diye bir daha kendimi yargılıyor ve daha da kötü hissediyordum. Hayatımın bir çoğu ‘daha güzel, daha seksi görünmek istiyorum’ ve ‘vücudumla barışmalıyım’ mücadeleleri arasında gidip geliyordu. Ancak ‘zayıflamak isteyen’ bir kadın olmak feminist ruhuma çok dokunduğu için bu sefer kilo verme veya belirli bir şekilde görünme arzu/mücadelemi ‘sağlıklı yaşam’ hedefi ile etiketlemiştim. Bu etiket çok da içime sinmişti açıkçası. Sonuçta sağlıklı, fit ve güçlü olmayı istemekte hiçbir problem yoktu. Ayrıca fiziksel sağlığın duygusal ve ruhsal sağlığı beslediği de son derece açıktı. Velhasıl son on senemi sağlıklı beslenme ile ilgili bilimsel yazılar, sağlıklı yaşam ve spor blogları okuyarak geçiriyordum.
Dönem dönem denemediğim beslenme tipi kalmamıştı. Bir süre protein ağırlıklı ile beslenmenin yararlarını okudum, bunu uyguladım. Sonra karbonhidrat da iyidir diye okudum, karbonhidratı hayatıma soktum. Sonra aslında et o kadar da iyi değil diye okudum, et yemedim. Sonra vegan beslenme en iyisiymiş diye okudum, vegan beslendim. Ama sonra tekrar okudum ki aslında vegan değil sadece süt ürünleri ve kırmızı et iyi değilmiş, tavuk ve balık yiyebilirmişim. Biraz da öyle yaptım. Günde üç öğün ve ara öğünler yemek en iyiymiş diye okudum, öyle yedim. Sonra yine öğrendim ki en iyisi aralıklı oruçmuş, bu sefer günde sadece iki öğün yemeye kendimi zorladım. Meyve iyiymiş dediler meyve yedim, sonra yok aslında meyve çok şekerli kötüdür dediler meyve yemedim. Kuruyemiş iyidir diye okudum yedim, sonra iyi değilmiş diye okudum yemedim. Kısacası ne yenir, ne kadar porsiyon yenir, ne zaman yenir, ne sıklıkla yenir sorularına verilebilecek bütün kombinasyon cevapları denedim. Hem de sadece bir kere değil, hepsini o dönem okuduğum kaynak, takip ettiğim sağlık kuruluşu veya diyetisyenin dediklerine göre dönüşümlü olarak yüzlerce kez uyguladım. Neyi nasıl yememiz gerektiğine dair insanların söyleyecekleri bitmiyordu. Her gün yeni bir şeyler -ya da eski şeyler yeni şekilde söylendikçe ben de tekrar tekrar farklı şeyler uyguladım. Hiçbiri kalıcı olmadı. Vücudumla olan ilişkimde hiçbir zaman daha iyi hissetmedim. Kafa karışıklığım hiçbir zaman bitmedi. Hiçbir zaman tam olarak neyin benim için iyi veya kötü olduğunu bilemedim.

Nikaragua’ya doğru yol alır iken göbeğimden duyduğum rahatsızlık ile birlikte ‘sağlık’ etiketi altında yine kilo vermeyi ‘vücudum için’ niyet edindim. Önümdeki bu üç ay çok sağlıklı beslenecek, bol yoga ve spor yapacak, bu üç aydan çok fit bir yoga vücudu ile çıkacaktım. Kalacağım Costa Dulce adlı eko yerleşkeye vardığımda çok motiveydim. Hemen odama yerleştim ve sonra yoga derslerinin saatlerine bakmaya gittim. Bir baktım ki ertesi gün programda yeni ay kakao seremonisi var. Her türlü seremoniye bayıldığım için ertesi gün heyecanla oradaydım. Yeni ay zamanı özellikle yeni başlangıçlara niyet etmek için güçlü bir zamandır. Ritüele kakao içerek başladık. Kakao kuvvetli bir kalp açıcı, şifalı bir bitki olarak bilinir. Belirli bir dozda saf olarak tüketildiğinde kalp damarlarını genişleterek tansiyonu ve nabzı düşürür, sizi doğal olarak derin bir meditatif ruh hali ve zihin yapısına sokar. Eski zamanlarda buranın yerli şamanları kakaoyu meditasyona girmeden önce, Tanrı ve ruhlar dünyası ile iletişime geçmek için kullanırlarmış. Biz de kakaomuzu içtikten sonra gözlerimizi kapayarak meditasyona geçtik. Gözlerimi kapayıp bir kaç derin nefes almam ile birlikte vücudumun benimle konuştuğunu duydum. Çok keskin ve net bir şekilde bana sadece tek bir cümle söyledi ve sustu:
‘Benimle hiç konuşmuyorsun’.
Bir anda sanki yüzüme buz gibi soğuk bir su çarpılmış gibi hissettim. Bu kısa, basit ancak bir o kadar keskin cümle bir anda sarsmıştı beni. Nasıl olur da bunca zamandır farketmemiştim. Bir anda farkettim ki ben gerçekten vücudumla hiç konuşmuyorum. Hatta o benimle devamlı konuşuyor olmasına rağmen onu hiç dinlemiyorum. Ne yemem, ne kadar yemem, ne sıklıkla yemem gerektiğini, yüzlerce sağlık kuruluşuna, diyetisyenlere, instagram ünlülerine soruyorum. Onları dinliyorum. Ama gel gör ki vücudumu beslemek için yediğim şeyleri bizzat kendisine sormuyorum. Ne kadar saçma değil mi? Sürekli vücuduma zihnimle orada burada okuduğum bir takım kuralları, kendisine sormadan, onu dinlemeden zorla uyguluyorum. Sonra da onu, kendi dahil olmadığı ve vermediği kararların sonucu için yargılıyorum.
Halbuki doğada hiç böyle bir şey yok. Kuşlar, balıklar, aslanlara kimse ne yemesi ve ne kadar yemesi gerektiğini söylemiyor, ve bu bilgi olmadan binlerce canlı doğa içerisinde çoğunlukla (bir kıtlık, bir doğa faciası veya insan müdahalesi olmadığı takdirde) tam da olması gerektiği gibi beslenerek sağlıklı bir şekilde hayatta kalıyorlar. Otla beslenen inek gidip de et yemeye kalkmıyor ve bunun için birinin ona ot yemesi gerektiğini söylemesine ihtiyaç duymuyor. Ya da bir aslan, ‘çok az yeşillik yiyorum be, daha lifli beslenmeliyim’ diyerek gidip ot yemeye kalkmıyor. Ancak bu inek ve aslan bir insan olsalardı, ineğe ‘protein yemelisin zayıf düşersin’ diyerek zorla et yedirmeye çalışacaktık, aslana da ‘hep de böyle et yenmez ki, yeşillik yemen lazım kalp krizi geçirirsin’ diyerek zorla salata yedirmeye çalışacaktık. Sonuç eminim ikisi için de iyi olmayacaktı. Bugün modern diyet ve beslenme şekilleri ile kendimize yaptığımız tam olarak bu değil mi?
Yemek ve hareket zihinsel değil, bedensel bir mesele değil midir? Bu nedenle yemek ve hareket ile ilgili kararları da zihnimizin değil, bedenimizin vermesi daha sağlıklı değil mi? Her canlının vücudu, kendini en sağlıklı ve varoluş yapısına en uygun şekilde hayatta tutacak kadim bir bilgeliğe sahip değil midir?
Dolayısıyla neyi nasıl yememiz veya ne kadar hareket etmemiz gerektiğine dair bilgileri dışarıda başkalarında aramak bir akıl tutulması değil midir? Başkaları kendileri için doğru cevapları ve pratikleri paylaşabilir ancak bir başkasının doğruları sizin için doğru olmayabilir. Bazıları gerçekten ağırlıklı olarak et ve salata yiyerek kendini en canlı ve sağlıklı hissederken, başkaları et yediğinde sindiremeyebilir ve hasta olabilir, onlar ise kendini en iyi sebze ve karbonhidrat yediğinde iyi hissedebilir. Çünkü doğadaki bir çok canlı türü gibi biz de kendi içimizde büyük farklılıklar gösterebiliriz. O zaman genel geçer beslenme kurallarının hepimizde aynı sonucu vermesini beklemek ne kadar doğru?
Dahası vücudumuz için doğru olan şey günden güne de değişebilir. Bir gün daha fazla yeme ihtiyacı duyarken, diğer gün hiç acıkmadan ve yemeden bir gün geçirebiliriz. Bir gün bol sebzeye ihtiyaç duyarken öbür gün daha çok karbonhidrat veya protein dolu bir öğüne ihtiyaç duyabiliriz. Her birimizin vücudu, ihtiyaçları eşsiz ve biricik değil mi? İhtiyaçlarımız ise an be an içinde olduğumuz duruma göre, aynı mevsimler veya hava durumu gibi devamlı olarak değişemez mi? O zaman dışardan öğrendiğimiz belirli yemek kurallarını, bedenimizi dinlemeden, sırf bir uzman, bazı bilimsel çalışmalar böyle dedi diye, her gün aynı şekilde uygulamak ve sonrasında aynı sonucu vermesini beklemek ne kadar doğru?
Uzun zamandır bu kadar değişkenin olduğu bir denklemin çözümü zihnime çok karışık ve zor geldiği için hep okumam, öğrenmem, araştırmam ve bedenim için en iyi cevabı zihnimle bulmam gerektiğini düşünmüştüm. Halbuki çok daha basit bir yöntemi varmış: vücuduma sormak. Çünkü yemek ve hareket meselesi sadece zihinsel boyuta çekildiğinde aşırı kompleks, zor ve çok değişkenli bir denklem haline geliyor. Halbuki hepimiz zaten bedenimizde biliyoruz neyi nasıl ne kadar yememiz gerektiğini, ne zaman ne kadar hareket etmemiz gerektiğini. Hatta bedenlerimiz o kadar iyi biliyor ki, onlar için ortada aslında bir soru veya denklem yok aslında. Soruyu denklemi zihin yaratıyor. Bedenimizle bir bütün olduğumuzda, yemek ve hareket sadece bir varoluş, nehir gibi bir akış, bir dans haline geliyor. Bu bütünlükte, akışta olmak ise ne büyük bir huzur, sağlık ve canlılık getiriyor olsa gerek.

Böylece Nikaragua’ya gelirken daha ‘sağlıklı’ olmak adına belirlediğim yeme, içme ve hareket etme hedeflerimin aslında ne kadar anlamsız olduğunu farkettim. Nitekim yıllardır benzer hedeflerin peşinden koşmuştum ancak hiçbiri beni dönemsel kilo alıp vermenin dışında bir yere getirmemişti. Artık farklı bir düzlemden, yeni niyetler edinme zamanıydı. Böylece bu yeni ay seremonisinde niyetimi bedenimle tekrar bağ kurmak, onunla tekrar bütünleşmek olarak belirledim. Bu bütünleşmenin peşinden koşarken ise zihnimi düşman ilan etmenin, onu susturmaya bastırmaya çalışmanın bir işe yaramayacağını uzun zamandır uyguladığım meditasyon pratiğimden öğrenmiştim. Nitekim zihnim de, aynı bedenim gibi, benliğimin bir parçası idi ve bütünleşme ancak onu da bu dansa dahil ederek mümkün olabilirdi. Zihnimin araştıran, analiz eden kuvvetli tarafını bedenimle bütünleşmeye hizmet etmesini sağlamak için kullanabilirdim. Sadece ona artık peşinden koşacağı yeni sorular vermem gerekiyordu.
Mesela:
Her yeni bir güne gözlerimi açarken kendimle birlikte bedenimi o gün içerisinde nasıl yeniden keşfedebilirim?
Vücudumla yeniden derin bir bağ kurmanın yolları neler olabilir?
Vücudumu nasıl dinlerim? Sesini nasıl daha iyi duyarım? Onun dilini nasıl yeniden öğrenebilirim?
Bedenimin bilgeliği ile beni yönlendirmesine nasıl izin veririm? Bu bilgelik akışına kendimi bırakmayı nasıl öğrenirim?
Zihnimin, korkularımın, dış dünyaya uyum sağlama arzularımın sesi baskın iken vücudumun sesini bu diğer seslerden nasıl ayırt edebilirim?
Kendimi olduğum gibi her halimle sevmeyi, sarılmayı, onurlandırmayı nasıl öğrenirim?
Her halimin eşsiz güzelliğini nasıl görebilirim? Göremediğim günlerde, yine de kendimi sevgi ile, şefkat ile kabullenebilir miyim?
Bu yeni soruların beni çok daha bütünsel bir ruhsal, duygusal ve fiziksel sağlığa götüreceği aşikardı. Böylece Nikaragua’da geçireceğim üç ayı bu yeni sorularımla birlikte vücuduma, onunla bağ kurmaya ve onu onurlandırmaya adadım.
Yeni ay seremonisinden ferahlamış ve özgürleşmiş bir şekilde çıktım. Gece odama geldim ve kuralsız, özgür bir ertesi güne uyanma heyecanı ile uyuyakaldım. Ancak bu heyecanım bir sonraki gün kahvaltı vakti ile birlikte kendini afallamaya bıraktı. O kadar uzun zaman olmuş ki ve ben o kadar alışmışım ki fiziksel olarak nasıl yaşamam gerektiği konusunda hep başkalarını dinleyeli, alışkanlıklarımı ‘bilimsel’ kurallara dayandıralı veya dayandırmaya çalışalı. Şimdi içgüdüsel olarak vücudumu nasıl dinleyeceğim konusunda kendimi sudan çıkmış balık gibi hissediyordum. Bildiğim herşey geçersizdi artık.
Önümdeki kahvaltı seçeneklerine bakarken bir süre donup kalmışım çünkü kafamın içerisinde kaotik bir meclis tartışması süre geliyordu: ‘Yumurtaya intoleransın vardı senin yumurtayı es geç. Ay ama hayır ya hani zihnimi dinlemiyordum, belki de artık intoleransım yok, belki canım yumurta istiyor benim. Dur bakıyım canım yumurta istiyor mu? Ama bilemedim ki şimdi istiyor mu acaba. İyi de bedeni dinlemek de canının her istediğini yemek mi demek? Şimdi canım kebap istese bu canımın istemesi bedenimin istemesi mi demek oluyor? Bedenim sabahın köründe kebap isteyebilir mi ? Bedenim istemeden, canım yemek isteyebilir mi? Bence isteyebilir, televizyon karşısında canım çektiği için yediğim cipsleri vücudumun istediğini hiç zannetmiyorum. Ee kimin canı istedi peki o cipsleri? Sanırım o da zihnimin haz peşinden koşması idi, duygusal yemek yeme bu değil mi işte? Zor duyguları ya da boşluğu hissetmemek için kolay hazların peşinden koşan yine zihin değil mi? Nitekim o cips paketleri bittikten sonra midemin ağrıması vücudumun bana bir nevi ‘şimdi bana niye böyle bir şey yaptın, mutlu değilim bu seçiminden, ben istemedim bunu’ deme şekli değil miydi? Evet öyleydi. Peki o zaman bedenim bir şey yemek istediğinde o zaman da canım o yemeği çekmeyecek mi? Bu iki ‘canım çekiyor’ türünü, biri zihinsel/duygusal haz diğeri gerçekten vücudun ihtiyacı olarak ayırırsak, bunları birbirinden nasıl ayırayım ben şimdi? Amaaan başkalarını dinlemek daha mı kolaydı ya, Arap saçına döndü bu olay.’
Tam bu sırada önümdeki teyzenin bana şaşkınlık içerisinde bakarak yumurta isteyip istemediğim sorusunun cevabımı -arkamdaki on beş kişi ile birlikte, beklediğini farkettim. Derin bir nefes aldım. ‘İstiyorum’ dedim. Yemeğe oturduğumda bedenime olan bu yolculuğun belki düşündüğüm kadar kolay ve pürüzsüz olmayacağını anlamak ile birlikte, her zaman bu kadar zor ve karmaşık olmayacağını da biliyordum. O zaman bu yolculuğu sürekli doğru cevabı bulmaya çalışarak kontrolcü bir şekilde geçirmektense, içimdeki beş yaşındaki didoşun merakı, heyecanı ile düşe kalka oynayarak geçirebilir miydim? Yeni bir dil öğrenir gibi, hata yapmaktan korkmaksızın, ve hatta öğrenmenin tek yolunun hata yaparak olduğunu kabul ederek, hatalarımla eğlenerek, dalga geçerek, her seferinde vücudumun, önüme gelen farklı tatların beni şaşırtmasına izin vererek, zorlandığımda ise kendimi kucaklayarak geçirebilirdim bu yolculuğu.
Böylece önce sadece tek bir pratiği alışkanlık edindim. Her yemekten önce kalbime bağlanarak bedenimi duymaya niyet ettim, çıkan sesler nereden geliyor diye o an çok irdelemedim (çünkü baktım ki o zaman işin içinden çıkılamaz bir hale geliyor). Kalbimden geçen ilk ses ne diyorsa onu bedenimin sesi olarak kabul ettim, ve onun dediği yemeklerden azar azar koydum tabağıma. Yemeğimi yerken konuşmadan, yavaş yavaş, çiğneyerek, her lokmanın tadına vararak, yemek yeme eylemini meditasyona çevirerek yedim. Her lokmadan sonra bedenime sordum, mutlu muydu, bu yemeği sevmiş miydi, daha istiyor muydu yoksa doymuş muydu, ya da belki de başka bir şey mi istiyordu. Duyduğum ve kalbimde hissettiğim cevaplara göre bazen yemeğe devam ettim, bazen durdum. Bazen halen aç hissetmeme rağmen içimden bir ses dur dedi durdum ve sonrasında aslında yediğim miktardan son derece tatmin olduğumu keşfettim. Anladım ki zihinsel ve duygusal açlık da son derece fiziksel bir açlık olarak hissedilebiliyormuş. Bazı günler üç dolu öğün ile tatmin olurken, bazı günler sadece bir öğün biraz atıştırmalık yetti. Bazen canım protein istedi, bazen bol yeşillik. Böyle böyle, deneye yanıla, hata yaparak yolculuğuma devam ettim. Yaptığım her hata, oturduğum her öğün pratiği ile bedenimle kurduğum bağ ve ilişki kuvvetlendi. Bazen fazla yedim, yemeği bitirdiğimde rahatsız hissettim anladım ki yine duygularıma kapılarak yemişim. Böyle zamanlarda vücudumdan af diledim, her seferinde beni büyük bir sevgi ve şefkat ile affetti. Anladım ki onun için her gün onunla bağ kurmaya çalışmam, onunla konuşmam ve bu ilişki için samimi bir şekilde çaba gösteriyor olmam yeterliymiş.

Bu süreçte beni yolda tutan, bana çok destek olan başka bir pratik daha edindim. Hemen hemen her sabah güneş doğarken uyandım ve güneşin doğuşu ile birlikte kısa bir güneşe selam yogası yaparak vücudumu onurlandırdım. Sonrasında ise yine kısa da olsa sessizlikte meditasyon yaparak güne kendimle, iç sesimle ve bedenimle bağ kurarak başlamayı alışkanlık edindim. Tabi bu pratiğimi de kendimi zorlamadan devam ettirdim, gün geldi vücudumun uykuya ihtiyacı olduğunu hissettiğimde onu uykusuz bırakmadım, böyle günlerde uyudum dinlendim ve pratiğimi ne zaman uyanırsam o zaman yaptım.
Daha aktif hareket ve spor konusuna gelince, burada da aynı prensip ile devam ettim. Her gün vücuduma ne istediğini, nasıl hareket etmek istediğini sordum. Hiçbir şeyi eskisi gibi kanun kural belirlemedim kendime. Hareket etmek istemediğinde dinlendim, hafif esnemek istediğinde sadece hafifçe esnedim, günü gelip de daha hızlı hareket etmek istediğinde okyanus kenarında koştum, ormanda tırmanışa yürüyüşe gittim. Kısacası yolumun en başında kendime verdiğim sözü tutmaya özen gösterdim ve her yeni gün ile birlikte vücudumu tekrar keşfettim, onun istediği gibi yedim ve hareket ettim.
Böylece günden güne hafifledim. Sadece fiziksel bir hafiflemeden bahsetmiyorum. Duygusal ve ruhsal olarak hafiflemiştim. Bedenimi dinleyip, onu onurlandırdıkça fiziksel ağrılarım, yorgunluğum her geçen gün eriyip kayboldular. Anladım ki uzun zamandır birlikte yaşamaya alıştığım bu fiziksel kronik ağrı, tutulma, kasılma, ağırlık ve yorgunluk aslında vücudumun bana kendini duyurmaya, benimle bağ kurmaya çalışması imiş. Çünkü maalesef ben bedenimle sadece hastalıklar, ağrılar yoluyla bağ kurmaya alışmışım, onu ancak bu şekilde dinlemeyi öğrenmişim. Ortada hastalık, ağrı sızı olmayınca varlığından bir haber, sadece zihnimde yaşamaya alışmışım. O da bu nedenle benimle bağ kurabilmek için hep bir hastalık, kronik bir ağrı, yorgunluk ve zaman zaman fazla kilolar ortaya koymuş. Çünkü ancak bu şekilde duyurabilmiş sesini bana.
Ben onunla her gün sık sık konuştukça, ona her gün iyi baktıkça, değerini bildikçe, sevgiyle sarıp sarmaladıkça, onun da bu eski iletişim şekline ihtiyacının kalmadığını gördüm. Günler geçtikçe hafiflediğini, canlandığını izledim. Bu hafiflemenin en derininde, en merkezinde yine sevgi vardı. Kendimi, vücudumla, zihnimle, duygularımla, ruhumla bir bütün olarak sevmeyi öğrendikçe üzerimden çok yük gitmişti. Meğersem üzerimde ağırlık yapan bu yükler kilolarım değil, başkalarının ne düşündüğü ile ilgili endişelerim, kendimle ilgili acımasız yargılarım, sürekli olarak dış dünyaya uyum sağlama ve başkalarına ait olma çabalarımmış. Kendi kendime aitliğimi buldukça, kendi kendimi sevgiyle sahiplendikçe, üzerimdeki bu yükler de sessizce gidivermiş. Ve bu üç ayın sonunda geriye kuşlar gibi hafif bir Urala kalmış.

Bu üç ay içerisinde eğitimini aldığım yoga ise benim için kendime, bütünleşmeye giden çok güzel bir yol oldu. Öğrendim ki yoga demek zaten birlik, bütünleşme demekmiş. Anladım ki yaptığın şeyden daha önemli bir şey varsa, o da o şeyi nasıl yaptığınmış. Eskiden yogayı hedef odaklı bir şekilde daha güçlü olmak, daha esnek olmak için yapardım ya da ‘iyi’ yoga yapmayı hedef edinir pozları iyi yapmaya çalışırdım. Bu üç ay boyunca ve sonrasında ise yoga benim için sadece zihin, beden, duygu ve ruh bütünlüğüme giden bir yol oldu. Dolayısıyla matın üzerine her geldiğimde tek niyetim kendimle buluşmak idi. Böylece yoga pratiğim sadece bedenime yönelik bir hareket serisi olmanın çok ötesine geçti. Yoga benim için kendimi her gün farklı hallerim ile keşfetme, yeniden kabullenme ve kendi içimde bütünleşmeye giden bir yol oldu.

Nikaragua ise bana bu süreçte unutulmaz anılar, arkadaşlıklar, seyahatlerim sırasında nefesimi kesen büyülü manzaralar, muhteşem güneş batışları hediye etti (bakınız: hazırladığım Nikaragua videosu). Burada geçirdiğim üç ayın sonuna gelirken yeniden bir sonraki durağımın ne olacağını heyecanla merak etmeye başlamıştım. Bu üç ay boyunca en çok duyduğum ülke isminin Kosta Rika olduğunu farkettim. Bu süreçte burada tanıştığım bir çok insan Kosta Rika’nın doğal güzelliklerinden çok bahsetmişti. Böylece bir sonraki durağımı Kosta Rika olarak belirledim ve yapacağım orman tırmanışları, kuş gözlemleri için sabırsızlanmaya başladım. Halbuki bilmiyordum ki burada hayatım yeniden ters yüz olacaktı.
Comments