#1 Milattan Önce
- Urala
- 27 Şub
- 7 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 26 Mar

Duyguların Uçlarında
Kendimi bildim bileli mutluluklarımı ve mutsuzluklarımı çok derin, yoğun ve uçlarda yaşadım. Hayatımda kendimi çok mutlu, heyecanlı, başarılı hissettiğim bir çok an oldu. Ancak bu anlar hep çok kısa sürüyordu. Ne kadar çabalarsam çabalayım mutluluğu elimde tutamadığımı hissediyordum. Bu mutlu ve zirvede hissettiğim anların hemen akabinde ise üzerime içime işleyen bir karanlık geliyordu.
İçimdeki bu karanlık ile çok küçük yaşta tanıştım ve uzun yıllar boyunca mücadele ettim. 11 yaşında iken öğretmenlerime ölmek istediğimi söylediğimi hatırlıyorum. Anlamlandıramamışlardı. Neden oyun çağında olan küçük bir çocuk ölmek ister ki. Çünkü içimde anlamlandıramadığım, çözümleyemediğim ve kaçamadığım derin bir acı vardı. Çözemedikçe ve içimde taşıdığım için kaçarak kurtulamayacağımı anladıkça ölmek istedim. Ancak daha çok küçük olduğum farkındaydım ve umutluydum. Bu acının birçok sebebi olabilirdi ve belki de bir çok çıkış yolu bulunabilirdi.
Sonraki yıllarım içimde taşıdığım bu derin mutsuzluğun ve karanlığın sebeplerini ve çıkış yollarını aramakla geçti. Bir çok kez sebebini bulduğumu düşündüm. Çözeceğini zannettiğim farklı çıkış yolları denedim. Zaman zaman bu yollar beni yoğun mutluluk, heyecan ve zirve anlarına taşıdı. Ancak yine de her seferinde mutluluk parmaklarımın arasından kayıp gitti. Ben ise derin bir mutsuzluk ve tatminsizlik ile yine baş başa kaldım.
Çıkış Yolu Ararken
2022 yılı bu yoğun iniş çıkışlarımın klasik bir örneği idi. Sene boyunca çok mutlu ve gelecekle ilgili umutlu hissettiğim zamanlar oldu. Bununla birlikte depresif ve umutsuz, adeta içimin tamamen ölü, ceset gibi hissettiğim aylar da geçti. Bu zamanlarda kendimi işe verdim. İşten eve geldiğimde ise koltuğumun derinliklerinde yok olmak, bu dünyadan gitmek istedim. Aylarım bu döngü içerisinde geçti. Yoğun geçirdiğim bu depresif dönemlerde, kendi zihnimden ve içimdeki boşluktan sadece film ve diziler aracılığıyla kaçabiliyordum.
Empati becerim küçüklüğümden beri hep çok yüksek oldu; öyle ki sadece karşımdakini anlamak değil, bire bir o insan ne hissediyorsa hissedebiliyor, benliğimi iletişimde olduğum veya gördüğüm herhangi birinin benliği ile tamamen birleştirebiliyordum. Bu güçlü bir yanım olmakla birlikte, hayatımın olağan akışında beni zorlayan bir özellik de oldu. Çevremdekilerin, özellikle sevdiklerimin sıkıntılarını, acılarını kat be kat içimde hissettim ve bu bütünleşmeden kendimi korumayı hiç bilemedim. Dolayısıyla mutlu veya bambaşka hayatlardaki dizi karakterleri ile birleşmek benim için muazzam bir kaçış yoluydu, ancak her dizi veya film bittiğinde kendi hayatıma dönmekte, içimdeki boşlukla yüzleşmekte zorlandım.
Böyle geçen aylar sonucunda fiziksel olarak da hasta oldum. Yediğim yemekleri sindiremiyordum; küçük bir porsiyon yemekte bile inanılmaz ödem ve hazımsızlık yaşamaya başladım. Doktor, midemin sindirim enzimlerini üretmediğini, bu nedenle yediklerimi sindiremediğimi söyledi. Bu durum beni hasta ediyor, besin değerlerini alamıyordum. Kan değerlerim çok düşüktü ve otuz gibi genç bir yaşta olmama rağmen bu halde çocuk sahibi olamayacağımı, hamile kaldığım takdirde vücudum beslenemediği için çocuğun sağlıksız doğabileceğini, sorunu çözemezsem ellili yaşlarımda Alzheimer hastalığına yakalanma riskim olduğunu belirtti. Midem hassas olduğu için yiyemiyordum, yiyebildiğim küçücük miktarları ise vücudum doğru sindiremediği için gerekli besinleri alamıyordum. Uzun aylar katı diyet uyguladım; başlarda iyileşir gibi oldum. Sonra ise işimdeki stres ile birlikte tekrar kötüleştim. Aylar süren stresim, üzüntüm, öfkem ve dinlenemememin sonucunda mide kanaması geçirdim. Doktorum çok dikkatli olmam gerektiğini, durumumun kritik olduğunu ve dikkat etmezsem kanamanın kronik hale gelebileceğini söyledi.
Modern Hayatın Çılgınlığı
Mide kanamam ile birlikte beynimde şalterlerin attığını hatırlıyorum. İçimde bir şeyler tak etti. Belki aylar sonra aynada gözlerimin içine dürüstçe baktım. Otuz gibi genç ve hayatımın en güzel yılları olması gereken zamanlarda hastalık ve depresyonla boğuşuyordum. Neydi beni bu kadar mutsuz eden şey? Bildiğim bir şey vardı: modern ve kapitalist dünyaya ayak uyduramıyordum. İş dünyasını sevmiyordum. Ünvanlar, egolar, para odaklı hırslar. Anlamlandıramıyordum. Toplum olarak nasıl bu duruma gelmiştik? Nasıl bir kartvizitin üzerinde yazan, hiçbir anlam ifade etmeyen bir kelimeden öz değerimizi biçiyor ve kendimizi değerli hissediyorduk? Bu, birilerinin size "armut" dediğinde mutlu olmanız gibi bir şeydi. Armut yerine "yönetici" deniliyor, hanım-bey ünvanları ekleniyor ve bir kağıt parçası üzerine yazılan bir sözcük ile kendimizi başkalarından üstün hissediyorduk. Üzerine bir de bu üstünlükle mutlu olmaya çalışıyorduk.
Üzerimize giydiklerimizle, markalarla, kullandığımız araba, yaşadığımız semtin ismi ile kendimizi başkalarından ayırarak özel hissediyor ve bunların bizi mutlu etmesini bekliyorduk. Sabahtan akşama kadar durmadan çalışıyor, kendimize zaman ayırmıyor, hareket etmiyor, tüm gün bir ofisin içinde ekrana bakarak çalışıyorduk. Peki ne için? Maalesef çoğu zaman işin gerçeği sadece para kazanmak, hırslarımızla büyümek, önemli olduğumuzu kendimize kanıtlamak için. Halbuki içten içe insanlara, doğaya, topluma katkı sağlayacak daha anlamlı bir işin özlemini duyuyoruz.
Anlam bulamadığımız bir işte sabahın köründe uykusuz uyanıp, sinir stres içinde çalışıp, akşam yorgun argın eve gelip bayılıyoruz ve bir bakmışız ki inanmadığımız, değerlerimizle örtüşmeyen, kalbimizi çarpıtmayan ve bizi mutlu etmeyen bir işte bir ömür geçirmişiz. Doğadan kopuğuz, artık çoğumuz yolda gördüğümüz bir ağacın, bir çiçeğin ismini bile bilmiyoruz. Yemek yiyoruz ancak ne yediğimizi, yediğimizin nereden geldiğini bilmiyoruz.
Kendimizden, doğadan, vücudumuzdan bu kadar kopuk yaşamak bizi mutsuz ve hasta etmesine rağmen, çoğumuz ya "daha fazlasına sahip olursam bir gün mutlu olacağım" ya da "bu yaşama mecburum, hayat böyle, toplumun düzeni böyle, başka yol yok” yalanlarına kendimizi inandırıyor ve devam ediyoruz. Sokakta yürürken artık kaç insan kafasını kaldırıp gökyüzüne, uçan martılara uzun uzun bakıyor ve hayatın güzelliğini görebiliyor? Sahip olduğumuz kısacık boş zamanlarımızda ise gözlerimizi telefon ekranlarından alamıyoruz. Modern insanı, toplumun geldiği bu noktayı ve modern hayatı aklım almıyordu. Tam da bu hengamenin ortasında umutsuzca çıkmak istiyor ancak cesaret edemiyordum.
İlk Uyanış
Tüm bu kargaşanın ortasında dört sene önce Tayland'da gittiğim meditasyon inzivasını hatırlıyordum. Maddi olarak hep rahat bir hayat yaşadım. En iyi okullara gittim, güzel evlerde oturdum. Hiçbir zaman ay sonunu nasıl getireceğim konusunda kaygı yaşamadım. Dolayısıyla çok güzel otellere ve lüks tatillere gitme fırsatını buldum. Ancak dostlarım ve beni tanıyan herkes bilir ki, ben sadece bir seyahatimi dilimden düşürmem.
Yaklaşık beş sene önce Tayland'ın kuzeyinde Budist bir tapınağa meditasyon inzivası için gitmiştim. Tapınak kapısına gelen her misafiri ücretsiz olarak karşılıyor ve içeri alıyordu. Tapınağa girerken size düz beyaz bir pantolon ve t-shirt veriliyor. Herkes aynı beyaz düz kıyafetleri giyiyor. Oda olarak ise kocaman ahşap bir kulübede yaklaşık yirmi-otuz kişinin aynı yerde yattığı bir alanda kalıyorsunuz. Sadece ince bir minderiniz, bir yastığınız ve gece üzerinizi örtmek için verilen ince bir örtünüz var.
Sessiz bir inziva içindesiniz. Kimse ile konuşmuyorsunuz. Kitap okumuyorsunuz. Telefon veya televizyon yok. Sabah dörtte uyanıyor, rahiplere sabah seremonisi için hazırlanıyor, sonra tüm gün boyunca sessiz bir şekilde meditasyon yapıyorsunuz. Zihninizi dağıtacak hiçbir şey yok. Tamamen kendinizlesiniz. Akşam sekiz itibari ile ortak uyuma alanına çekiliyor ve tahta bir yerin üzerinde yatarak uyuyorsunuz. Bu şekilde günler geçiyor.
Bu inzivada ilk uyanışımın gerçekleştiğine inanıyorum. İlk iki gün zor geçmekle birlikte, üçüncü günümde bambaşka bir deneyim yaşadım. Bir gün uyandım ve artık zihnim düşüncelerle bağırmıyordu. Sakindim, huzurluydum. Herşey çok yavaş, bir o kadar da huzurlu akıyordu. Bastığım yerin ayaklarımın altındaki sıcaklığını, dokusunu tüm hücrelerimle hissediyor, her hareketimle tüm kaslarımın tek tek varlığını farkettiğimi hatırlıyorum. Güneşin altında sessiz bir şekilde otururken güneş ışınlarının sıcaklığı ile bir olduğumu hatırlıyorum. Hayatımda ilk defa Mevlevilerin tasavvufta anlattığı birlik duygusunu tüm benliğim ile hissetmiştim. O an Didem diye biri yoktu. Güneşten, rüzgardan ayrı bir varlık yoktu. Zihnim tamamen sessizdi. Tüm benliğimde sadece güneş ve rüzgar vardı.
İşte bu an benim için hayatımdaki en kıymetli anlardan biridir. Ben hayatım boyunca böyle bir huzur, böyle bir mutluluk, böyle bir bütünlük hissetmedim. İşte o an anladım ki, insanın mutluluğu, huzuru ve gücü kendi içindedir; onu kendi içinde bulamadıkça sahip olduğu hiçbir şey ona bu gücü ve huzuru veremeyecektir.
Onlarca lüks otel ve tatil içerisinde hissetmediğim, kelimelerle tarif edemeyeceğim bu iç huzurunu üzerimde incecik basit kıyafetler ile yerde otururken bulmuştum. Bir anda bütün korkularımın eridiğini hatırlıyorum. Sanki bu anda süper gücümü keşfetmiştim. Gözlerimi kapadığım an iç huzurumu hiçbir şeye sahip olmaksızın kendi içimde bulabiliyordum. Buraya ulaşmak için ise hiçbir şeye ihtiyacım yoktu, sadece nefes.
Tapınaktan bambaşka bir Didem olarak çıkmıştım. On senedir antidepresan kullanıyordum. Psikiyatristim ağır bir depresyon vakam olduğu için çok büyük ihtimalle ömrüm boyunca ilaç kullanmak zorunda olduğumu dile getirmişti. Tapınaktan sonra bir anda tüm ilaçlarımı hiçbir yan etki hissetmeden bıraktım. Batı bilimine olan güvenim ilk böyle sarsılmıştı. Üzerime bilim adı altında yapıştırılan depresyon ve anksiyete etiketlerinin tüm etkisi, beş gün kaldığım bir tapınakta sadece nefesimle birlikte meditasyon yaparak gitmişti.
Geri Düşüş
Tapınaktan sonraki aylar boyunca her akşam meditasyon pratiğime devam ettim. Ancak sonrasında iş hayatına geri dönmem ile birlikte pratiğimi ihmal etmeye başladım. Böylece bir süre sonra bir baktım tekrar modern hayatın hengamesi içerisinde savruluyorum. Pratiğimi bırakmam ile birlikte yavaş yavaş içimdeki karanlık, depresyonum ve anksiyetelerim geri geldi. Yine de hiçbir zaman eskisi kadar kuvvetli olmadılar ve ben hiçbir zaman ilaçlara geri dönmek zorunda kalmadım.
Tapınaktaki o muazzam huzur anım her zaman içimde benimle kaldı. Hep geri dönmek, ve hatta tüm hayatımı geride bırakarak Budist bir rahip olmak istedim. Bunu zaman zaman çevremdekilerle paylaştığımda, çoğu zaman "deli misin kızım, herşeyin var, ne güzel bir hayatın var, varlık içinde yaşıyorsun, niye herşeyi bırakıp yokluk içinde yaşayasın?" gibi sorular ve yorumlar duydum. Ancak bir insanın sahip olabileceği en değerli varlığın iç huzuru olduğuna inanıyorum. Benim sahip olduğum hiçbir maddi imkan bana böyle kıymetli bir hediye veremedi. Ancak bu küçük, dağ başındaki Budist tapınağında iç huzurumu bulabilmiştim. Bu deneyimimden sonra spiritüel veya manevi dünyanın hep beni çağırdığını, hayat amacımın burada olduğunu hissettim ancak konfor alanımı bırakacak cesareti hiçbir zaman bulamadım.
Cesareti Bulma
İşte mide kanaması bu cesareti göstermeme yardımcı oldu. Kanama ile birlikte "yeter" dedim. "Kendime bu kötülüğü yapmaya devam etmeyeceğim. Sadece toplum veya bazı insanlar belirli bir kalıp içerisinde yaşamamı istiyor diye, mutsuz olduğum bir yerde, bir işte kalmayacağım. Mutsuz olduğum bir varoluşa boyun eğmeyeceğim. Hayatımı mutsuz ve hasta olarak geçirmeyi reddediyorum. Beni mutlu eden, heyecanlandıran, değerlerim doğrultusunda anlamlı bulduğum bir hayat yaşayacağım.”

Bugünkü geleneksel ana akım sistemin dayattığı "varolabilmek için kapitalist, aç gözlü, hep daha fazlasını isteyen bu sisteme mahkumsun, bugün dünyanın kuralları böyle, boyun eğmek zorundasın ve ancak sana biçtiğimiz kalıplar içerisinde kendine küçük bir alan yaratabilirsin" dayatmasını kabul etmiyorum. Başka türlü bir yaşam ve başka türlü varolmak mümkün.
Hayatta en mutlu olduğumuz anları düşünelim, hangi anlar bunlar? Eminim çoğumuzun cevabı ailemizle, sevdiklerimizle birlikte olduğumuz, birlikte gülüp ağladığımız, birlikte sofralarımızı, duygularımızı paylaştığımız anlar ya da güzel bir gün batımına, denize, ağaçlara baktığımız anlar olacaktır. Bu anların bir ücreti yok. Ancak asıl bu anlar hayatımızı asıl anlamlı kılan ve paha biçilemez anlar.
Seyahatlerim sırasında insanın mutluluğunu bu kadar basit ve yalın bir hayatta bulabileceğine bir çok kez tanıklık ettim. Dünyanın birçok yerinde çok az şeye sahip olup çok mutlu olan, uyandığı her güne minnet eden insanlarla tanıştım. Banka hesabında bekleyen bir parası olmadan dünyayı gezen insanlarla sohbet etme fırsatı buldum. Hepsinden hayranlıkla çok şey öğrendim. Yıllar boyunca bu insanlardan çok daha fazla maddi imkana sahip olmama rağmen belki onların yarısı kadar mutlu ve huzurlu olamadım. Farkımız neydi? Farkı hala o sırada bilemiyordum ancak şunu biliyordum ki sadece daha fazlasına sahibim diye daha mutlu değildim. Bu nedenle işimi bırakıp evimi satarak bir süre kendimle baş başa kalmaya, kendi içime en çok döndüğüm yere, yollara düşmeye karar verdim.
Ancak sağlığım hala kötüydü, seyahat etmeme izin verecek miydi bundan emin değildim. Yine de evimi ilana koydum, nasılsa satılması iki üç ayı alacaktı. Bu süre önümdeki yol haritamı planlamam ve sağlığımı iyileştirmem için iyi bir zamandı. Gel gör ki evim ilana çıkıldıktan iki hafta sonra ilk alıcı tarafından tam da istediğim fiyattan satılıverdi. İşte bu çok ani olmuştu, bu kadar hızlı olacağını beklemiyordum. Bu kadar ani olması bir anda ‘allahım ben ne yaptım, emin miydim, böyle gözüm döndü gidiyorum dedim ama iki kere düşünmüş müydüm, evi nasıl hemen boşaltacaktım, hemen nereye gidecektim’ gibi korku ve şüphe dolu düşünceleri beraberinde getirdi. Bu sefer bilinmezliğe giden bu yolda hem hastalığımla hem de yine anksiyetelerle boğuşmaya devam ediyordum.
İşte tam bu anda çok sevdiğim ve güvendiğim bir dostum dedi ki: ‘Çok büyük bir değişim dönüşümden geçiyorsun. Tanıdığım spiritüel bir danışman gibi biri var. İstersen numarasını vereyim, ilgilenirsen konuşabilirsin. Sana yardımcı olup yol gösterebilir.’ Tabi dedim. Seve seve giderim. İşte böylece yolum sevgili Roko’cuğuma geldi. <3
Comments